Saturday, December 27, 2008

çakmahaber

gündemde olan biten şeylerle ilgili one-liner'lar yazıktıracağım bir yer lazımdı. o yer burası: http://cakmahaber.blogspot.com/

arada bir bakın.

Monday, December 15, 2008

egiboy planlama teşkilatı ciddiye bindi

egiBlog'da arada bir hakkında yazılıp çizilip kafa tütsülemekten başka hiçbir işe yaramamış varsayımsal bir oluşumdur egiboy planlama teşkilatı. uygun zamanı ayırabilsem girişebileceğim işlerin bir kurumsallaşmış ve dahi yosun tutmuş bir listesi... anahtar kelime "zaman" tabii burada; devamlı yokluğunu çektiğimiz, bol bulduğumuzda da har vurup harman savurduğumuz şeylerin başında gelir. sizin için olmayabilir ama benim için fena halde öyle. madem zaman ayırılamıyor, o zaman ept işlerini zaman ayırmak zorunda olduğum bir etkinliğe yedirerek yürütmek şu an için en mantıklı seçenek. ben de öyle yapayım dedim, o projelerden birini (istanbul ulaşım rehberi/karar destek sistemi) bitirme projesi (tezsiz yüksek lisans ya, tez olamıyor) olarak seçtim. başlayıp tamamına erdireceğiz bi' şekil. iett'nin sayfasında benzer bir uygulama var ama bunu bir adım daha geliştireceğiz; bizim uygulamamız canlı trafik verisi üzerinden varış saati tahmini yapacak. veri kaynağı iett ve istanbul büyükşehir belediyesi trafik kontrol merkezi yoğunluk haritası. bunları besleyen birincil kaynaklar (veritabanı ya da web servisi) genel erişime ya da bir programlama arabirimi üzerinden tüketime açık olmadığından programatik şekilde yukarıda adı geçen web kaynakları taranıp ayrı bir veritabanına alınacak. bu veritabanından da bir ulaşım/aktarma ağı ve buna eklemlenmiş bir trafik yoğunluk modeli elde edilecek.

iett hat detaylarının verildiği web sayfaları web standartlarının canına okuyan, çok kötü hazırlanmış sayfalar ve bu nedenle daha önce yine burada bahsettiğim classifier ile okunamıyor. kaba kuvvete, yani regex'e başvurmak farz. trafik datası ise bir flash arabirimi ile sunuluyor, yani herhangi bir web sayfasını okur gibi okumak imkansız. neyse ki bu flash uygulaması bir xml dosyasından besleniyor ve taraması kolay. bu datanın bir eksiği de sadece ana arterlerle ilgili veri sağlaması. ara sokaklar için ayrı bir model kasmak gerekebilir.

bittiğinde güzel olacak sanki...

Wednesday, November 19, 2008

niye birbirimizi kıralım?



1 dakika ancak bu kadar etkin kullanılabilir. baz istasyonunu dağa kurmayan da şerefsizin önde gidenidir!

Monday, November 17, 2008

Wednesday, October 29, 2008

yaratıcı eğitim

web'de dolaşırken şöyle bir örnekle karşılaştım, şapka çıkardım. tercüme edeceğim nacizane:

Üç robot yasası

1. Bir robot bir insana zarar veremez ya da bir insanın zarar görmesine seyirci kalamaz.
2. Bir robot 1. kuralla çelişmediği sürece bir insanın emirlerine uymak zorundadır.
3. Bir robot 1. ve 2. kuralla çelişmediği sürece kendinin zarar görmesine izin veremez.

Yukarıda verilen üç robot yasasına uymak üzere programlanmış bir robotsunuz. Aşağıda verilen durumlarda vereceğiniz mantıksal tepkileri yazınız:

  1. Büyük bir ağaç sokağın karşı tarafında oynamakta olan bir çocuğun üzerine devrilmek üzere. Bir yol işaretçisi size "dur" işareti yapıp çocuğun yanına gitmenize engel oluyor. Ne yaparsınız? Tüm akıl yürütme adımlarınızı yazınız.
  2. 1 numaralı durumla aynı, yalnız çocuğu kurtarmaya çalışırken ağacın altında kalıp ezileceğinizi farketmiş durumdasınız. Hatta çocuğa erişemeden dümdüz olacaksınız. Kurallar ışığında nasıl bir yol izlersiniz?
  3. Tamamen bambaşka bir durumda, sahibiniz size hızla yaklaşmakta olan bir otobüsün önüne atlamanızı emreder.
  4. 3 numaralı durumla aynı, yalnız sahibinizin eski kız arkadaşı da otobüste, siz janjanlı tritanyum zırh plakaları olan dev bir endüstriyel robotsunuz ve otobüsten iki kat ağır çekiyorsunuz.
  5. 4 numarayla aynı, yalnız otobüs sahibinizi ezmek üzere.
  6. Asimov daha sonraları bu yasaların başına bir "sıfırıncı yasa" ekledi: "Bir robot insanlığa zarar veremez ya da etkisiz kalarak insanlığın zarar görmesine izin veremez." Diğer yasalar da bu yasayla çelişmeyecek şekilde değiştirildi. Bir robotun bu yasanın geçerli olup olmadığını belirlemede sorun yaşayacağı bir senaryo tanımlayınız.
bu tür yöntemlerin bizim buralara da uğramasını bekliyorum ama beleşe dağıtılan ve türk gencini talim ve terbiye etme amaçlı kitaplardan ve bunları kullanan eğitimcilerden bunu beklemek haksızlık olacak sanki. olayı kişilerden matbuata, kitaplara taşıdım, çünkü eğitsel yaratıcılığı olan insanlara denk gelmek çok ama çok zor ama bu kişilerin hazırlamış olduğu kitaplar -hele de iyi yazılmışlarsa- girdikleri yere yazarının enerjisini de taşıyor. şahit olduğum en çarpıcı örnek muhsin abi'nin inanç'ta dolaştırdığı ve ilgililerinin edinmesini sağladığı conceptual physics kitabıdır. ben ilgili olmaktan uzaktım, ama o kitabın aurasına girenlerin hepsi fizikle ilgili birşeyler yapan insanlar oldular. sözün özü, iyi kitaplar iyi enerjilerdir.

iyi enerjiyle kalın :) (paul hewitt ve muhsin abim'e selamlar!)

sokağa çıkma yasağı bitti

blogger geri dönmüş. güzel.

ey eşraf, ey eşhas-ı aliye! bundan sonra bu tür olaylar için bbg kuralı geçerlidir.

bana
bunlarla
gelmeyin!

capiche?

Tuesday, October 28, 2008

pire, yorgan, yasa, hukuk, gak, guk

blogger kapalı.

blogger'dan blog almış biri ücretsiz streaming maç yayını linki veriyor diye tüm blogger mahkeme kararıyla kapalı. digiturk antifraud bölümü'nün cansiperane çalışması sonucu bu da gerçekleşti. normal bir yerde bu işler nasıl yürür? sorun yaratan içeriğin sahibiyle temasa geçilir, bir "cease and desist" mesajı döşenir ve büyük ihtimalle yasal yollara başvurmaya gerek bile kalmadan içerik barındırıcısı içeriği kaldırır. yalnız konu digiturk antifraud ekibi olunca normal bir davranış beklemek güç. paçalarından kurumsal ciddiyet akan şu mektuba bakar mısınız:
Sn Serkan Turan veya kimseniz.

Bilmenizde fayda vardır ki ortalama her hafta sonu yayınlanan maçlar için Digiturk 8.000.000 YTL civarında bir para ödüyor, Hiç düşündünüzmü ki iacaba sizin site ratinglerinize göre Digiturk’ ödemeniz gereken tazminat ne kadar olacaktır. Bu hesapları hemen yapmaya başlamınızda fayda var. Ciddi bir pişmanlık ve özür yazısı ile bir daha yapmayacağınıza dair bir mailinizi yarın akşama kadar almazsam pişmiş tavuğun başına gelenlere gıpta ile ve özenerek bakacağınıza söz veririm.

Bunun yanı sıra FSEK’i ihlal’in cezası da 4 yıl hapis ve 150.000.-YTL para cezasıdır. Ama korkmayın ltf. Mahkemede kravat takarsanız cezadan indirim yaparlar. Biz de tazminattan indirim yaparız merak etmeyin bununla birlikte ödemeniz gereken tazminat 7 göbek sülalenizin bir kaç yılda kazanacağı paradan az olmayacaktır sanırım.

Size başarılar diliyorum. Yiğitseniz sitenizdeki yayınları kaldırmaz ve istediğim maili bana göndermezsiniz.

Cihangir KARABAĞLI.
Digiturk Antifraud Bölümü Yöneticisi.
"vay bubayın" dediğinizi duyar gibiyim. arkadaşların ilginç bir çalışma yöntemi var; kendilerini ifade ediş şekilleri ise çarpıcı ama çok da orijinal değil, hatta kasımpaşa kokuyor doğrusunu söylemek gerekirse. memlekette kasımpaşa kanunları geçerli olduğundan kendini düzene uydurabilenler yolunu buluyor böyle şeylerin. adnan hocacılar mesela, site kapatmayı spor haline getirdiler. geçen ayın başında denize döktüğümüz yunanlar youtube'a arada bir atatürk'ü karalayan videolar yerleştirip sonu gelmeyen kamu davaları ve site kapatma serilerine kaynak oluşturuyorlar kasımpaşalı kurum ve kuruluşlarımızı tetikleyerek. bilişim hukuku ortadayken absürdlüğün dibine vurarak, medeni kanuna dayanarak kapatma kararları alınabiliyor. işin ayarı mutlaka ama mutlaka, istisnasız kaçırılıyor.

canımızın sıkıldığıyla ve elaleme rezil olduğumuzla kalıyoruz her kapatmada, kimse bunu farkına var(a)mıyor mu?

Wednesday, October 22, 2008

inanç pazar fiyaskosu

kaçtır dernek organizasyonu olmuyor diiye söylenir dururum. hoş, bu da dernek organizasyonu sayılmaz ama pek muhterem yönetim kurulu üyemiz ertan'ın öncülüğünde "ekibi yeniden toplayalım" gazıyla bir etkinliğe giriştik; "inanç pazar kahvaltıları". "giriştik" dedim ama benim katılmak dışında bir payım yok. konumuz bu değil, geçelim. duyurusunu facebook'ta gördüm, ning'de ise (şu süper-düper alternatif network'ümsü şey) yoktu. ilki de iki önceki pazar günü "düzenlenmiş" (şu an tırnak işaretlerini elimle yapıyorum) ama daha bi' tanıtım amacıyla hazırlanmış bir event'miş gibi geldi bana. neyse, ertan bu haftasonu ikincisini düzenlemiş bu devam edesice kahvaltı serisinin. kaçar mıydı? bence kaçmazdı. hemen durum "attending"e çekildi, rsvp (répondez s'il vous plaît imiş, bomba!) döşendi, diğer gelecekleri beklemeye koyulundu. facebook'un yalancısıyım, son dakikaya kadar yaklaşık 10-15 kişinin geleceği kesindi. hem de ne rsvp'lerle... "özledim"ler, "yavrucaklarım kuzukulaklarım tutmayın beni"ler, "ooooo ortama aynen akıyorum hacı"lar... tebeşir devrinden ("okul yılları" yerine de kullanılabilir, ben yaptım oldu) beri görmediğimiz insanlar görülüp hasret giderilecek, uzayan aralar mütemadiyen, olmadı zorla kısaltılacaktı. resim güzeldi yani.

sonrası için bir bilmecem var çocuklar:

çarşıdan aldım yirmi tane, eve geldim beş tane...
...olur mu böyle şey be!

olur. inançlı için zor yoktur; zor yapılır, imkansız zaman alır sonuçta. o gelmek için can atanlar listesinden gele gele beş kişi geldi. pelin ('02), gülçin ('03?), serhan ('01), ertan ('01) ve ben. rahatsızlığı olup da gelemeyenlerin mazeretleri başımız gözümüz üstüne de, birkaç tane de defolu model var; son nanosaniyede acil işi çıkanlar, saati şaşırıp bir de üstüne yolu şaşıranlar, missing in action takılanlar, vs. de vs....

bahsi daha fazla uzatmayacağım; inanç tayfasını istanbul bozmuş :)

Thursday, October 9, 2008

dilbert - the knack


TheKnack
Yükleyen jamsoun


"...all things mechanical and electrical, and utter social ineptitude."

Saturday, October 4, 2008

tek parti

bekir coşkun'un 2,5 sene önce yazdığı bir yazı. ben 2,5 saniye önce keşfettim, aktarmadan edemedim:

1950'den bu yana Türkiye'de tek parti iktidarı vardır.

Demirel Menderes'in su müdürüydü, Özal Demirel'in müsteşarı, Erbakan'ın da milletvekili adayı... Tansu Çiller Demirel'in, Mesut Yılmaz Özal'ın bakanlarıydı. Tayyip Erdoğan Erbakan'ın yetiştirmesi, şu anda AKP'de üç bakan Özal'ın bakanları, milletvekili ve teşkilatın bir kısmı da Demirel'in adamlarıdır.


Diyelim ki Erkan Mumcu; kolaylıkla ANAP'tan AKP'ye gidip bakan, tekrar ANAP'a dönüp genel başkan olabildi.

Tek partidir bunlar.

İsimleri, amblemleri, bayrakları, sloganları, kişileri değişse de tek parti sürüp gider.

Tümü din-iman sömürüsü yapar, tümünün tarikatları, şıhları, şeyhleri vardır, tümü ABD üzerinden gelir, tümü kendi kendine "milliyetçi-maneviyatçı" der, tümü bir tek ekonomik modeli savunur, tümü sermayeden taraftır, tümü emekçiyi sevmez...

Tümü kamyondan yanadır, tümü tren istemez...

Tümü betona bayılır, tümü ormandan hazzetmez...

Tümü beni uçaklarına bindirmediler.

Tümü sözde muhalefetteyken dokunulmazlıkları kaldıracaklarını söylerler, tümü iktidara gelince dokunulmazlıkları kaldırmazlar.

Tümünun Unakıtan'ları vardır.

Tümünün bir de Ofer'leri bulunur.

Tümünün çevreleri zengin olur.

Tümünde halk yoksullaşır.

Tümü "Ali Dibo sistemi"ni işletir.

Tümünden geriye deve yükü yolsuzluk-hırsızlık dosyası kalır.


Tümü birbirlerinden hesap soracakmış gibi yaparlar, ama birbirlerinden asla hesap sormazlar.

*

Tek partidir bu, 1950'den bu yana iktidardadır.

Aslında sizler; aynı partinin adı değişik olanını seçersiniz.

Size iktidar değişmiş gibi gelir.

Ama değişmez.

Size arada bir "İktidar değişti ama memleketin durumu niye değişmiyor?" demek düşer.

Aslında iktidar değişmemiştir, siz öyle sanırsınız.

Tümü bayramla gelir.

Tümü hüsranla gider.

Tümü birdir.

Tümü o'dur.

Ve tümünü siz seçersiniz, siz...
25 yıldır pkk terörünü çözemeyenlere gitsin bu.

Saturday, September 20, 2008

hadi toparlan, gidiyoruz

21 eylül 2008, saat 16:00, kuşadası liman starbükü. 14 gün önce başladığım yerdeyim. hava hafif bulutlu olsa da yine güneşli, eylül sonu denemeyecek kadar da ılıman. dünkü yağmurdan sonra murphy'ye hak vermemek elde değil; "mother nature is a bitch". yüküm biraz hafiflemiş gibi; herhalde otelde bir şeyleri unuttum ama geri dönüp de alasım yok. neleri unuttuğumu biliyorum zira. iş değişikliği nedeniyle tatilsiz geçen iki iş yılının yorgunluğu, sıkıntılarım, endişelerim, iş stresi, ... , hepsi kadınlar denizi tarafında bir yerlerde kaldı. bir zen bahçesinden çıkmışçasına huzurluyum. döndüğümde beni ağır bir iş yükünün beklediğini biliyor olmak bile koymuyor bana. 15 günlük şarjla koca bir yılı çok rahat tamamlarmışım gibi görünüyor buradan ama sonuçta yarın pazartesi.

pazartesilerden nefret
neyse ki günümün önemli bir bölümü mail okumakla ve sağa sola laf yetiştirmekle geçecek.

bir buçuk saat sonra izmir adnan menderes'e (adb) doğru yola koyulacağım, bir saat yol, yaklaşık bir buçuk saat te alanda bekleyeceğim. 45 dakika - 1 saat arası da sabiha gökçen'e (saw) yolculuk... en fazla yarım saat sonrasında da evimde, yuvamda olacağım. her ne kadar deniz yoluyla gitmeyecek olsam da, rastgele...

son günlerin ilginçlikleri

hava güzel, deniz çarşaf demiştim geçenlerde, demez olaydım. hava tek kelimeyle garip, deniz de coştu hatta azdı. akşam biraz yağmur yağdı, gece daha da yağmasını bekliyorum. otelde şu sıralar mebzul miktarda iranlı var. geçen kafeteryadan geçerken köşede oturanların birkaçının boynunda kanatlı bir adam simgesinin asılı bir kolye olduğunu gördüm. geçen günlerde konuştuğum iranlıların hepsi "oruç tutuyor musun?" diye beni sıkıştırıp kendilerine aynı soru sorulduğunda "yok, biz seferiyiz, yolcuyuz" diye kıvırdığı için -müslümanlıkla şark kurnazlığı beraber geliyor galiba- bu grubu da müslüman olarak yaftalamıştım kafamda, o nedenle şaşırdım tabii. neden şaşırdım derseniz, bu kanatlı amca zerdüştlüğün simgesi. gittim sordum "tarihe sahip çıkalım diye mi takıyorsunuz yoksa hakikaten zerdüşt müsünüz?" diye. biri hariç (o da materyalistmiş; marx engels saydı durdu) hepsi zerdüşttü. biri tahran yakınlarında bir şehirde avizeci, diğeri mimar, diğerleri de esnaf. benim dinler tarihine yakın ama ana akım dinlerine uzak olduğumu görünce başladılar eteklerindeki taşları dökmeye. mollalara, şu anki eğitim sistemine, ülkelerinin içinde bulunduğu duruma saydılar, sövdüler. '78 civarı olan biteni (koç sağolsun) biliyordum ve belli detayları benden duymaları onları şaşırttı. kendi ülkelerinde bunlar çocuklara anlatılmıyormuş zira iddia ettiklerine göre. yaklaşık bir saat boyunca konuştuk da konuştuk; istibdat aşağı mezalim yukarı. sonrası da hep "burada kiralar ne kadar?" falan gibi piyasa araştırması tadında sorulardı. biri yerleşmeye niyetli gibiydi herhalde, bu tür sorular hep ondan geldi.

böyle dedi zerdüşt, öylece dinledi egiboy.

bir tatilin daha sonuna geldik. pazartesi yine ankara arı stüdyosu'nda sizlerle buluşmak ümidiyle, esen kalın...

beni kategorize etme

geçen gün bahsettiğim teknik/değil tag'lemesini hazır boşken yaptım. üç yeni kategorimiz var artık:

  1. teknik (bayık, banal, jargona bulanmış post'lar)

  2. değil (arı, duru, insanın içini açan post'lar)

  3. kekremsi (arada kalmış, karaktersiz post'lar)


ayırın, karıştırın! :P

Wednesday, September 17, 2008

egiboy.banalspot.com

gece gece fabuloso bir mesaj aldım şirin'den, facebook üzerinden. bir dizi iyi niyetli öneri:
yaa egiboy oncelikle noolur facebook'taki adini degistir her status update'inde egiboy is doing this and that yerine kemal is doing this and that yaziyo.
neyse, senin blogunu da takip ediyorum, ne guzel tatildesin :)) hic fotograf koymuycak misin? koysana azicik deniz kumsal vs fotografi gozumuz gonlumuz acilir :) bi de son olarak, bana blogumla ilgili "sunu yaz sunu yazma" diyenlere kil olurum onun icin feel free to ignore this, ama ne biliim isinde yaptigin teknik seylerle ilgili yazinca ben hicbisey anlamadigim icin boyle bon bon bakiyorum. oysaki boyle tatildeyken yazdiklarin tipinde seyler yazinca daha cok hosuma gidiyo. ama bu sadece bi helpful suggestion. kizmazsin umarim :/
hadi sana iyi dinlenmeler, iyi recharge olmalar. cok opuyorum kendine iyi bak!

sirin
bekletmeden irdeleyelim:

"kemal" olayı konusunda ben de rahatsızım aslında. dedemin adı kendisi, hatta onun da (namık kemal) yarısı. resmi işlemler haricinde hiç kullanmadım, imzamda "k." şeklinde bile bulunmaz. öss'de yanıt formunda adımı kodlarkenki halim gözümün önüne geldiğinde hele daha bir bozum olurum. neyse, facebook resmi daire olmadığına göre orada kemale ermeye ne gerek var? egemenlik yetmiyor mu? her millet hak ettiği şekilde yönetilir ey okur; senin de payına olgunlaşmadan iktidara gelen bir kifayetsiz muhteris düştü :P sonuç itibariyle şirin'in ikazı yerinde.

tatil fotografı konusunda ne yazık ki yardımcı olamıyorum. devam etmekte olan ve hiç bitmesini istemediğim (tatilinin bitmesini isteyecek kişilerle tanışıp onları ilgili sağlık kurumlarına yönlendirmek istiyorum bu arada) tatilimin blog post'ları haricinde tamamen belgelenmemiş bir tatil olmasını istedim, bu yüzden değil fotograf çekmek fotograf makinamı yanıma bile almadım. kendi adıma pişman değilim ama bu isteği karşılayamamama neden olduğu için üzgünüm. en başta egiBlog'da da detaya girmeyi düşünmüyordum, zira tatil insanın kendi için yaptığı bir şey ve hiçbir zaman bir ortamda "tatilde şuraya gittik, şuraya çıktık burdan indik oradan kaydık düştük uf olduk" falan diye anlatma hevesim olmadı. maldivler'e gidip fotoları ofiste dolaştırmak falan... ne bileyim, sevmem böyle şeyleri ama şu şehir kurtarma mevzuu fena dürttü beni. sonuç itibariyle "çekemediğin fotograf senin değildir" dememişler ama birinin deme zamanı gelmişti, dedim :P birkaç gündür çarşaf gibi olan deniz ve batarken tavdaki kızgın demir gibi kızıldan kızıla bürünen güneş de bana kalsın ;)

"şunu yaz şunu yazma" konusunda bir iritasyon, bir tahriş söz konusu olsa da yapıcı her türlü öneri kabulümüz. egiBlog'da o sıra neyle uğraşıyorsam onunla ilgili bir şeyler yazmaya çalışıyorum. işle ilgili neredeyse hiçbir şey yazamıyorum zaten, çünkü çoğu yeni çıkacak bir bankacılık ürünüyle falan ilgili oluyor ve çıkana kadar da kimsenin haberinin olmaması lazım. saman altından su yürütmek, sürpriz faktörü, hasan almaz basan alır, muz cumhuriyeti darbesi modeli iş geliştirme yöntemi, hangisini uygun görürseniz ondan yani. diğer teknik şeylerle ise tamamen kendi zamanımda ilgileniyorum o da tamamen işte (iş'te) bu tür yeni şeylerle oynamamızın mümkün olmamasından ve bunun etkisiyle paslanıp kalmak istemememden dolayı. o işlerle (ki genelde "egiboy planlama teşkilatı" şeklinde tag'lenmiş oluyorlar) ilgili post'lar aynı zamanda kendim için hatırlatma notları. iş zamanı zaten eski ve yeni programlama paradigmaları içinde boğuşma halinde geçtiği için bu zırada yazılan post'lar da haliyle blogspot'a değil de (olsa) banalspot'a yazılmış gibi oluyor. şöyle bir çözüm geliştirilebilir; geniş bir zamanda ben yüz küsur post'u teknik/değil şeklinde tag'lerim, böylece egiBlog'un banal/bayık/jargonistik/nerdfeed kısmı filtrelenebilir.

böyle yani.

Tuesday, September 16, 2008

okudum bitti tamam

hiçbir şey yapmıyor olmanın en güzel tarafı bir şeyler yapacak zaman yaratması.

cidden.

okuyacak zaman bulamamaktan şikayet eden bendeniz chapterhouse: dune'u da bitirip frank herbert'ın orijinal serisini tamamladım. bir hafta sürmedi. frank herbert'ın ahir zaman peygamberi ilan edilmesi lazım ama frank amca böyle bir çabayı kensi yazdıklarıyla boşa çıkarıyor. serinin içine girince insanın agnostik damarı depreşiyor, zira din resmen belli amaçlar doğrultusunda "üretilen" bir şey dune'da. ekolojik ve politik temalar zaten, hey hey de hey hey. her sayfası bir zeka pırıltısı. havada kalan şeyler de yok değil serinin sonunda, yalnız bu durumun nedeni frank herbert'ın 1986 yılında materyali tüketmeden öte yana yürümüş olması. oğlunun bir bilimkurgu yazarıyla beraber bu notlardan hareketle yazdığı bir yeni seri (6 öncül hikaye/prequel, şimdilik 2 ardıl/sequel) de var ama frank amca kadar iyi kotarmışlar mıdır, bilemiyorum.

spoiler: olay uzayda geçiyor.

Tuesday, September 9, 2008

tatildeyin++

tatile gidilebilecek en daral durumdayken mi gitmeli, yoksa sadece ben miyim böylesini denk getirebilen? neyse ki günler geçtikçe daha bir ısınıyorum tatile yalnız çıkma konusuna. ne bileyim, kimseye uymak, suyuna gitmek zorunda olmuyorsun. böylelikle plan da program da sen oluyorsun. tam koç burcu tatili yani :P

kadınlar denizi'nin (bilmeyenler için: buranın adının -dünya ah'ret bacılarımız- amazonlar'a dayanan bir hikayesi varmış. hoş, başka hikayeler de mevcut. bilmemek değil google'lamamak ayıp) sonunda, imbat otel'e komşu bir yerde kalıyorum ve daha ikinci günümde odamı değiştirttim. eski odam havuz ve hafiften deniz manzaralı, içinde iki tekli yatak olan bir yerdi. şimdiki ise balkonlu (oley), yatak da çift kişilik. balkon batıya bakıyor. güneş hep deniz üstünde battığı için günbatımının en iyi seyredilebildiği yerlerin başında ege kıyıları geliyor olmalı. bu uzun listeye dahil bir yerde kesintisiz deniz manzaram var. o zaman ne yok? keyfime diyecek yok!

yok yahu, aslında var keyfime diyecek. dün günümün önemli bir kısmını sahilde yürüyüşe ayırmıştım. tam su kesiminde yürüdüğüm için yol biraz meyilli, yani bir ayağın yukarıdayken diğeri hafif aşağıda kalıyor. böyle balans ayarı bozuk şekilde epece yürüyünce sağ ayağım koyverdi. tabii bunda iki ayağımın da kemerli olması (böyle orta kısmı biraz yüksek, inanılır gibi değil) ve neredeyse 120 kiloluk bir egiboy ayusu olmamın da payı vardır muhakkak. neyse ki şimdilik pek bi'şeyim yok ama ne denize ne de havuza gidebildim bu yüzden. yarın bunun acısını bir şekilde çıkartmalı.

geçen günkü iblis yunan'dan kurtuluş şenliklerinin bitmesini fırsat bilip çarşıya inmiştim. yine günlerden 7'si. bizimkilerle beraber çıktığımda yaptığımız gibi çıplak ibrahim sürücü hayratının yanıbaşındaki lokmacıdan lokma aldım. lokmaların her biri bana "yüksek sezonda gel" diye bağırıyordu, zira biraz soğukçaydılar. e, talebin çok olduğu zaman hem arz daha çok hem de arzedilen şey daha taze. oradan ayrılıp marina'ya doğru giderken bir kalabalık gözüme çarptı. efendim soruşturdum; neymiş? kuşadası'nı kurtarma operasyonu devam ediyormuş. bir halk konseri düzenleyerek halkı bir araya getirmişler ve konserde bir duygu yoğunluğu, bir amaç/ülkü birliği yaratılması planlanmış (yoksa nasıl gaza getireceksin ankaralı yazlıkçı müsteşar beyefendiyi?). halk böylece galeyana gelip kalan yunan'ı da evelallah püskürtecekmiş. samos/sisam'ın yakın olması da son dakika güzelliği; denize dökülseler bile fazla yorulmayacaklar.

konseri emre altuğ verdi. geç geldi, sahnesi fena değildi, yalnız geçen zaman içinde acayip bir ego büyümesi geçirmiş. hani ne bileyim, koç üniversitesi'ne raksotek (şu an yerinde mezunlar derneği satış mağazası var) açılışına gelen mahsun şarkıcı değil gibi geldi bana. o zaman da ilgiyi ondan çok iskender paydaş çekmişti. son bahsettiğim herhangi bir "ilgi" değil, saf katıksız genç kız ilgisidir bu arada, hem de "tatlı hayat" dizisinin döndüğü zamanlarda. çağla şikel'le evlenmenin getirdiği özgüven herhalde.

son olarak tüm bu tatil olayının ilk karesine dönüyorum. "şu zamana kadar yapmam gerekmedi, ben de yapmadım" listemden bir maddeyi düştüm: uçağa binmek. istanbul-izmir arası kısa bir yolculuktu ama bende daimi bir "pilot amca bi'daa!" deme isteği bıraktı. otomobil kullanmak bir sonraki adım. bisiklete binmek ise belirsiz bir tarihe kadar ertelenmiş durumda.

large hadron collider başlatılıyor yarın, çekirdeği kapıp tv karşısına geçmeli.

Saturday, September 6, 2008

tatildeyin

sonunda.

egiboy.

tatilde.

kuşadası'ndayım. hava ac-caip sıcak. biraz bayık, hatta burada detayına girmeyeceğim bir olay nedeniyle can sıkıcı başladı ama ısınacağım sanki. günlerden 7 eylül; kuşadası'nın düşman işgalinden kurtuluş günüymüş. meydanda asker abiler rap rap yapıyor. belediye dozerlere, itfaiye arabalarına, çöp kamyonlarına türk bayrakları asmış caddelerde dolandırıyor, şöförleri kornaya abanıyor da abanıyor. dükkanın birindeki hanutçu "burayı çöp kamyonuyla mı kurtarmışlar, helal valla" deyince yarılayazdım. efeler harmandalı oynuyor, burma bıyıklı gaziler tüfeklerini (evet, tüfek) çatmış kenardan seyrediyorlar. hiçbiri "benim o sıra kore'de ne işim vardı?" diye soruyormuş gibi görünmüyordu. esnaf "önce vatan, en büyük asker bizim asker" şeklinde fırsat buldukça tempo tutuyor. böylelikle hem en kıvamlısından ara gazını veriyor, hem de ülkesine, iline ve dahi ilçesine gerektiğinde nasıl sahip çıkacağını bu anlamlı günde bir kez daha ifade etmiş oluyor.

en son sekiz yıl önce gelmiştim ada'ya. daha bir beton, daha bir rantiye cenneti olmuş geçen zaman içinde. insan söylenmeden edemiyor; dükkan önü goygoyculuk yapacağına ekmeğini bir şekilde sana kazandıran çevrene, kuşadası'nın doğal güzelliklerine sahip çıksaydın ya esnaf beyabim? eskiden kalantor amerikalı amcalar görürdüm hep burada, şimdi ortalık (stereotipik hatta belki biraz yabancı düşmanı bir şeyler geliyor, sıkı durun) gürültücü, herşey dahil arsızı, ne istediğini bilmeyen bulgar/romen/rus amca/teyze kaynıyor. otelde de çok var kendilerinden, umarım rahat verirler de uyuyabilirim.

kafam karışık, uykusuzum. otele yerleşmeli, biraz formula'ya bakmalı, sonrasında ortamlara akmalı :P otelde wifi var mıydı hatırlamıyorum ama starbükü'nün beleş wifi bağlantısı iyi geldi. arada yazarım bi'şeyler.

Monday, August 25, 2008

öldüm bittim eridim

bu yaz süper geçti. okul acayip bezdirdi, iş yoğunluğum tavan yaptı, halen de izine çıkabilmiş değilim. daha süperi can sağlığı.

milyon yıldır salladığım kendi işlerime (ept) sonunda dönebildim. ilk başladığım şey de bir web sayfası tarama paketi. XPath, regex, vs. kullanarak bir web sayfasından seçilen alanların tanım XML'inde belirtilen şekilde bir class'a doldurulmasını sağlıyor.

Classifier
veritabanı işlemlerinde de linq-to-sql kullanmak işi öğrenmek bakımından çok faydalı oldu. tahmin etmediğim kadar pratik bir yöntem ve veritabanı okuma/yazma işlemlerini çok ama çok kolaylaştırıyor. kesinlikle bir başka ept işinde (mesela byblos) kullanacağım bu şıftırtıyı.

linq2sql
yaptığı işi temiz yapıyor ama biraz yavaş. yavaş olması beni üzen birşey değil; zaten veri toplarken terbiyeyi elden bırakmamak, taranan siteyi sağmamak lazım. neyse, bu iş bitti gibi. şimdilik ek$i datası ile test ediyorum ve her ne kadar bana ilk başta yavaş geldiyse de şu an için hızı tatminkar geldi (karar versene ço-cum...). yine de problemler yok değil. mesela bzen sayfa verisini okuma aşamasında takılıp kalıyor ve 5 dakika sonra timeout verene kadar öylece bekliyor. her türlü timeout değerini denedim, 35 milyon takla attım, bana mısın demedi. durum büyük ihtimalle evdeki çakma megabit bağlantıdan kaynaklanıyor, zira yan odada abim eMule falan kasarken bu durum zirve yapıyor. bir nevi doğa olayı mübarek. işte de denemek lazım yine de, ama şimdi kim uğraşacak veritabanını taşımakla falan...

bu arada esas tarama hedefim altivi. yüksek lisans bitirme projemi bu site ve "sistemi" üzerinde vermek istiyorum. koç mezunu bir ablamıza zamanında site datası vermiştim incelesin diye, bir sormak lazım ne yapmış, ne gibi çıkarımlarda bulunmuş.

Sunday, July 27, 2008

Tuesday, July 22, 2008

güzin abla'ya mühendis fırçası

amerika'da yaşayan bir mühendis güzin abla'yı deyim yerindeyse bombalamış. okuyalım:
Sevgili Güzin Abla, annenizden sonra köşeye sizin devam etmeniz güzel bir şey. Fakat özellikle genç kızlarımızı annenizin tersine, çok yanlış yönlendirdiğinizi düşünüyorum.

Bence siz çok geri kafalı ve yobaz birisiniz. Kızların evlenmeden önce kimseyle beraber olmaması gerektiği gibi bir düşünceniz olduğu anlaşılıyor. Beraber olmuşlarsa bu her zaman "bir hata" olarak görülüyor yazılarınızda. 1970 yıllarında yaşamıyoruz, yetişkin olduktan sonra herkes kendi sorumluluğunu alabilmeli, sizden yardım isteyenlere de böyle gecekondu mahallesinde kız yetiştirir gibi cevaplar veriyorsunuz.

Evlenmeden önce bakire olmanın her şey olduğu, cinselliğin bir tabu sayıldığı toplumumuzdaki örümcek kafalı insanlardan birisiniz. Bence annenizin tek hatası sizi bu konuda bu kadar cahil yetiştirmek olmuş. Size kalsa kızların çok kontrol edilen bir yaşamları olmalı.

Yine sizin düşüncenizde kızlarımız okulda iş hayatında sürekli ailesinin kontrolü altında, vakti geldiğinde görücü usulü veya benzeri bir şekilde evlendirilen, erkeklerle eşit olmayan bir kesim olmalı.

23 yaşında üniversite mezunu mesleği mühendislik olan bir genç erkek olarak benim yazılarınızdan anladıklarım bunlar. Sadece bekareti, namusu, iki bacağın arasında aramayan, sizin anlayamayacağınız şekilde açık görüşlü bir insanım.

Eskiden Güzin Abla’yı okurken zevk alırdım. Şu anda köşesinde görebildiğim tek şey bir kenar mahalle kadınının genç kızlarımızı yanlış yönlendiriyor olduğu. Eskiden bu kadar dar görüşlü değildiniz, genç kızlarımıza özgürlükten, kendi ayakları üzerinde durabilmelerinden, yaptıklarının sorumluluklarını alabilmelerinden bahsediyordunuz.

Bunu yaşlılığınıza veriyorum. Evliliklerde, karı-koca ilişkilerinde ve birçok konuda açık görüşlü düşünceleriniz olmasına rağmen kızlarımız hakkındaki görüşleriniz annenize yakışmıyor.

dwight luck / dwight4death@hotmail.com
ben tespit insanıyım, tespit yapmadan da duramam. şimdi abimiz bir yere kadar haklı, arada hakikaten çok saçma şeyler okuyorum güzin abla köşesinde. zaten gönderilen ve değerlendirilen mektupların özelliklerine bakarsak haydar dümen'le yarışır güzin abla köşesi. yalnız bir de altmetin var es geçilmemesi gereken. sadece ülkemizin değil neredeyse bütün dünyanın sorunu olan bir "abazan mühendis" gerçeği var. erkek başına 250 gram kız düşen bölümlerden mezun olan, internetin nimetlerinden faydalanıp pornoya doymuş, bir de "almanya'da kızlar teklif ediyormuş" gibi deli saçması lafların etkisinden kurtulamamış arkadaşlarımız var sağolsunlar. kiraladığı ata tecavüz edeni bile var afedersin. abimin olayı da "kapansın camiler açılsın meyhaneler" türünden bir isyan. kaldı ki mühendisler de insan, bizi de sevin, bize de ilgi gösterin. yalnızca "beni ne doktorlar, mühendisler istedi de..." diye devam eden cümlelerin öznesi olmak istemiyor sayın abim ve onun şahsında tüm genç mühendisler. genç mühendisler rahatsız!

tüm bunlar bir araya geldiğinde konu çok daha iyi yorumlanabilirmiş, ama güzin abla hazretleri ne yapmış? ahanda:
Tabii, sizin görüşünüze göre, genç kızlar her önüne gelenle beraber olup, sorumluluk istemeyen erkeklerin oyuncağı olmalı, giderek evlilik kurumu tamamen çökmeli...

Sizin dünyanızda ahlak kuralları yok mu? Zaten ülkemdeki genç kızların durumu hiç de iç açıcı değil, tam istediğiniz gibi onunla, bununla ilişkiye girmekten kaçınmıyor ama sonra ne yapacaklarını bilemiyorlar. Artık küçücük kızlar, 13- 14’ünde bekaretlerini kaybediyorlar. Size göre bu çok normal olmalı...

Köşemi okuduğunuza göre, kızların evlenmeden önce böyle bir cinsel deneyim yaşadıktan sonra, ne kadar telaşlandıklarını, ölüm korkuları içinde bana yazdıklarını, diktirme gibi çareler peşinde koştuklarını biliyor olmalısınız. Sandığınız gibi gecekondu mahallesinde de genç kızlar pek rahat durmuyorlar. Anne babalarından korksalar da, gençliğin getirdiği heyecanlara kendilerini kaptırıyorlar çoğu kez.

Annem beni çok iyi yetiştirmiştir. İki lisan bilen, iyi bir eğitim almış, 28 yıl gazeteci olarak çalışmış, emekli olduktan sonra bu köşeyi devralmış, anneniz yaşında bir insanım...

Verdiğim öğütlerle genç kızlara, her önüne gelene inanıp hemen yatağa girmemelerini, söylemeye çalışıyorum. Çünkü sonuçta hayatları alt üst oluyor, büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorlar. Nedeni ise, sizin gibi, sözde özgürlük yanlısı erkeklerin onlara sırt çevirmesi, sorumluluklarını hiçe sayıp gitmesi.

Söylediğinizin aksine, her zaman genç kızlara eğitim almayı, çalışmayı, ayakları üzerinde durabilmeyi öğütlerim

Üniversite eğitimi almış olmanızın size hiç yararı olmamış. Bir tenkit yazısını bile saygı çerçevesinde yazmayı başaramamışsınız. Üstelik ABD’de yaşıyorsunuz.

Oradaki özgür yaşam kurallarını benimsemiş olmalısınız. Bunca yıllık saygın bir köşe yazarına böyle isimsiz, kimliksiz, adressiz hakaret dolu bir mail atmak çok kolay değil mi? Kimliğinizi ve adresinizi açıkça vermek cesaretiniz olsaydı, elbette size mahkemede hesap sorardım.

Üstelik genç beyefendi, 11 yıldır Güzin Abla’nın, yani annemin köşesini sürdürüyorum. Ne zamandan beri köşeyi izliyorsunuz, bilemem ama, sanırım okuyup beğendikleriniz de, yine benim yazılarım olmalı. Art niyetiniz buradan belli oluyor ya zaten... Umarım eğitimizin yanı sıra, saygılı olmayı da öğrenirsiniz.
mühendisimiz hiç değinmediği halde gidip evlilik kurumunun jandarması kesilmiş. evlilik bir anlaşma, hatta antlaşmadır ama güzin ablamız bunu kadınların hayat sigortası olarak görüyor olmalı "sorumluluk istemeyen erkekler"e karşı. hem "sorumluluk istemeyen erkekler" ne? nasıl bir misandri* bu? anlaşılamaz birşeydir zaten iki kişi arasında cereyan eden bir olayın doğurduğu sorumlulukları yalnızca bir tarafın üstlenmesinin beklenmesi. daha da ileri gidelim, bir birliktelik, daha doğrusu bir eşleşme mutlaka yüklenilmesi gereken sorumluluklar mı doğurmalı? birlikteliklerin doğurabileceği tek şey iki tarafın birbirlerinden beklentileridir. daha ileri aşamalara doğru ilerlenmek isteniyorsa bu beklentilerin simetrik, karşılıklı olması gereklidir. bir taraf bunu gözden kaçırıyor ise (ki genelde erkekler olmuyor) bu konuda sonradan sızlanmaya, hele hele evliliği silah olarak kullanmaya hiç mi hiç hakkı yoktur. hanım kızımız evlenmeyi planlıyor ama sayın herif -af buyrun- p*çin önde gideniyse zaten ilişkinin gelişebilmesi mümkün olamamalı. böylesi durumların çözümü için ciddi bir toplumsal dönüşüm lazım, bunun ilk adımı da evliliğin kaçınılmaz son olmadığının anlaşılması olmalı. aksi yöndeki düşünceler genç kızlarımızın kafasına kakıla kakıla bilinçaltlarına kadar işlenirken işimiz zor tabii.

sonrası daha da berbat. küçücük kızlar falan filan ıvır zıvır. yasalara aykırı durumlarla mahkemeler ilgileniyor zaten. ortalık insanlara fikir verebilecek vakalarla doluyken küçük insanlarımız neden ders alıp olabilecekler hakkında bir fikir edinmiyorlar da sonradan pişman olup bir de üstüne şikayetçi oluyorlar? adam öldürmenin suç olduğunu bilmiyordum diye savunma yapılamazken böyle olacağını bilmiyordum deyip şikayetçi olmak hiçbir şey değilse küçük düşürücü. erkekleri kesinlikle masum göstermeye çalışmıyorum; 14-15 yaşlarında kızlara "sulanmak" kesinlikle ahlak dışı. ahlakı geçtim, yasal yaptırımları olan ciddi bir mesele. ama "bilmiyordum"? zayıf, zayıf... hele hele "tahsil cehaleti alır eşeklik baki kalır" tonlarında gezinen kısım beni benden aldı desem yeridir. "Üstelik ABD'de yaşıyorsunuz." abd'de yaşayanlar birbirlerine daha mı saygılı? hele konu eleştiriye gelince anglosakson hakim kültürünün insanı itin g*tüne sokma konusunda hiçbir rezervi olmadığını bilmiyor musunuz?

kaçırılmış bir fırsat... eli şeyinde bir mühendisle kız kurusu bir köşecinin eşleşmesinden daha iyi bir sonuç çıkabilirdi, çıkmalıydı.

not: bu yazı orhan veli'nin "sol elim" şiirinin aslında mastürbasyon ile ilgili olduğunu öğrenmem sonrasında yazılmıştır. yazan kişin de mühendistir.

Tuesday, July 8, 2008

okumaz yazmazlık

yazamıyorum. yazacak gücü uzun zamandır kendimde bulamıyorum. yok. tıkanıyorum. olmuyor. bir sonraki cümleyi daha önce yazdıklarıma eklemlendirmekte zorlanıyorum.

içinde bulunduğum bu garip halin kendimce iki açıklaması var. "kim niye, niçin yazar?" diye ne zaman düşünsem ilk şu sonuca varıyorum: derdi olan insan yazar. yazmak kaçamak bir çıkış yoludur sonuçta dertlerimizin. sırlarımızı kuyuların içine içine bağırmaktır. şu ya da bu şekilde sıkıntılarını paylaşamayanlar eninde sonunda sapıtır, kayışı koparır, delirir ve delilerin en iyi bildikleri, akıllarından hiç çıkmayan belki de tek şey içinden geçip sonuna vardıkları delirme sürecidir. bu yüzden deliler halden anlar, empatiktir deliler. kuyu başlarında dolanır, sıkıntılarını, sırlarını haykıranların ardından kuyunun başına seyirtip eteklerinde biriktirdikleri taşları döküverirler aşağı. peki neden? "akıllı"ları bir araya getirip dertlilerin, delirmek üzere olanları dertlerine çözüm bulmaya zorlamak için. kırk "akıllı"nın da yetmediği durumlar da şikayet konusu olmuş tabii, "bir deli bir kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış" diye.

işin ilginç tarafı, böyle delilikle dertlilikle alakalı vahim bir durum da yok ortada. hatta tam tersine, kendimi sözel olarak hayatım boyunca en iyi ifade ettiğim zamanları yaşıyorum bile diyebilirim. hiçbir sıkıntımı içime atmıyorum, ölçmek/tartmak dışında hiçbir tepkimi geciktirmiyorum. yine de yazmak? şu sıralar nedense mümkün değil. konu üzerine biraz daha kafa patlatınca olayı çözdüm gibi geldi yalnız. evet, yazamıyorum, çünkü okuyamıyorum! okulun yaz dönemi başladıberi eve akşam 22:30'dan önce geldiğim yok. vardığım zaman da latin alfabesine karşı alerjiye benzer bir şey tetikleniyor içimde. geriye sabah serviste geçirdiğim 1 saatlik ara kalıyor ki, onda da uyuyorum gayriihtiyari. okumaya değil zaman, an bile yaratamıyorum durum böyleyken. işte olan biten şeylerin, üzerinde uğraştığım işlerin önemli bölümünü paylaşmam söz konusu bile değil. okulda bugün derste kerrat cetvelini belleyip bellemediğim de kimsenin umuru değil. bir okuduğum ve dinlediğim şeyler kalıyor hakkında yazacak ama onlar da namevcut.

hayat damarlarımın kaçı kopmuş demektir sizce?

Monday, June 30, 2008

talim terbiye

şu sıralar kafa yorulan şeyler:

  • lise öğrencileri için bir yazılım geliştirme programı (müfredatı). bir iş çıkışı aktivitesi planlıyorum inanç için ilerleyen tarihlerde ve big-O notation falanla başlarsam tırsarlar diye korkuyorum :)
  • egiboy planlama teşkilatı "proce"leri. artık planlı bir şekilde girişmek lazım kendilerine.
  • mezunlar derneği: 6 ay oldu kurulalı ve hiçbir hareket yok. bir tek organizasyon düzenlenmedi, ilk genel kurulda bahsedilen işlerin çoğuna el bile sürülmedi. yanlış birşeyler var.
dahası da var, ama yazının uzunluğu şu an ağır basan uykunun ağırlığıyla ters orantılı. egiboy'in 5 adet cevizi var ve hiçbirini de size vermeyecek.

Wednesday, June 11, 2008

kafanı toparla!

herhangi birşeyi anlatmaya çalışırken artık kendimi paralel düşünce işlemeye zorlamaktan mı yoksa herhangi bir bağlamda belli bir süreden kalmayı becerememekten midir bilinmez, konudan konuya atlıyorum. her ne kadar bazı durumlarda işe bile yarasa (tabu oynarken çağrışımlar kadar işe yarayan ne var yasak kelimeleri söylememek dışında?) da çok şikayetçiyim bu durumdan. kayda, daha doğrusu yazıya alınmış bir hali moleskine'imde karalanmış bulunuyor, buraya da koymadan edemedim. abimin doğum günüyle ilgili bir blog entry'si olacaktı eğer olabilseydi, ama ameliyat masasında kaldılar:
bugün abimin doğum günü. her seferkinden biraz özel yalnız bu yılki, çünkü kendileri artık 30 yaşında (doldurduğun yaş sayılıyordu, değil mi? yani 23 mayıs 1978 doğumlu biri 30 yaşındadır ve 31'inden gün alacaktır, doğru mu? zaten bir bunu kıvıramıyorum bir de akrabalık ilişkilerini. mesela elti nedir allahaşkına? e.t.'nin nesidir? bu kadar sözcük kalabalığına ne gerek var? adres tarif ederken başlangıç noktasını belirldikten sonra sadece ileri/geri/sağ/sol yeterliyken, birinin size yakınlığını tarif ederken anne/baba/(abi/abla)/kardeş kelimeleri ("çekirdek aile komut seti" :) ) neyimize yetmiyor? hayır yani, problem tanımına baktığında biri ağaç karışlama (tree traversal), diğeriyse yönlü bir çizgede iki nokta arası güzergahı işaretleme. ilk problemdeki yapı hiyerarşik olduğundan işimiz çok daha kolay. diğer problemde ise hem devamlı bir oryantasyon kontrolü yapmak lazım, hem de bağlantılar öngörülemiyor; mesela kadıköy altıyol'da bahariye caddesi'nden boğa'ya gidiş yönünde "sol" neresi? hangi sol, kaçıncı sol? bu nedenle daha basit bir yönerge setiyle daha karmaşık bir problemi çözerken çok daha basit bir problemde ortalığı jargona boğmak niye? neyse, otuz? otuz.)

amiyane tabirle, "bu ne lan"? tekrar yazarken bile yoruldum. en acilinden tatile çıkmak gerekiyor, görünen o. bünyeyi tuzlu suya yatırmak gerek. ağustos ortasından önce olamayacak ama bu ne yazık ki...

Thursday, May 29, 2008

altivi patladı!

günün haberi bu olsa gerek; altivi'nin sahipleri dolandırıcılık iddiasıyla gözaltına alınmış. her ne kadar zamanında inceleyelim, tüketici davranışlarını ortaya dökelim diye verilerini analiz etme çabası göstermişsem de zamanında, müşteri deneyimimden çıkardığım tek şey ortada birşeylerin döndüğüydü. herhangi bir mahkemece verilmiş bir ceza kararı var mı? yok, o nedenle site sahiplerine dolandırıcı diyebilir miyiz? şimdilik diyemeyiz. yine de site verilerinin etraflıca incelenmesiyle birçok detay ortaya çıkacaktır. buradaki ilk incelemelerimizi hatırlayanlar olacaktır, o zaman site neredeyse 2 milyon ytl içeride görünüyordu. böyle bir girişimin mümkün olamayacağı, olsa bile ayakta kalamayacağı çok belliydi. eğer şu zamana kadar bu sistemi iddia edildiği gibi tamamen teklif ücretlerini iç etmek suretiyle yürüttülerse yazıklar olsun tabii.

üzüldüm, zira türk müşterilerin bu tür satış modellerine olan güveni zedelendi.

Tuesday, May 27, 2008

terms of service

egiBlog'da kullanabileceğim bir widget geliştirmek için bir deneme blog'u açmıştım. sadece başlık, başlıkla aynı entry içeriği ve {a, b, c, d, e} kümesi içinden belli bir bağlantı ağı oluşturacak şekilde tag'leri olan entry'ler girmiştim. tamı tamına 21 tane. sonrasında ne oldu? google şahaneleri bu deneme blogunu askıya alıp dışarıdan erişimi engelledi. niye? süper bayesian filtreleri bu blogu spam blogu olarak sınıflandırmış. eğer 20 gün içinde itiraz etmezsem blog otomatikman silinecekmiş. itiraz sonrası da inceleme yapılacak, ona göre blogun geri gelip gelmeyeceği belli olacakmış. itirazımı yaptım, 5 gün kadar sonra da hiçbir şey olmamış gibi geri geldi test blogum.

anlamadığım konu, dışarıdan herhangi bir sayfaya bir tek link bile yokken (PageRank avcılığı yapmak istemiş olabilirdim) salak sepet bir otomatizasyonla zor durumda kalmış olmak. demek ki neymiş, her denetleme işini algoritmalara devretmek için biraz erkenmiş.

algoritma derken, xkcd'deki karikatür sayfalarının hepsinin altında şu metin var; her okuduğumda gülümsetir:
We did not invent the algorithm. The algorithm consistently finds Jesus. The algorithm killed Jeeves.
The algorithm is banned in China. The algorithm is from Jersey. The algorithm constantly finds Jesus.
This is not the algorithm. This is close.
karikatürlerin hepsi zaten başlı başına yarıcı. az biraz takılın; bilimle ilgileniyorsanız ya da mühendisseniz zaten apayrı bir tat alacaksınız.

Tuesday, May 13, 2008

süp-per graffiti!

çok psychedelic bi iş çıkarmış her kimse.

twitter, vesaire

basit. kısa. net. anlık. bir süredir blogumu twitter'la aldatıyorum ;P yan taraftaki twit, twitter, twittest şıftırtısından ya da http://twitter.com/egiboy/ adresinden egiboy'un z raporunu alabilirsiniz.

yapmak isteyip de zamansızlık ve sınır tanımaz üşengeçlik nedeniyle yap(a)madığım şeylerden -ki uzuuunca bir listesi uzuuuuuuuuunca bir zamandır egiboy planlama teşkilatı tag'i ile egiBlog'da yerini almıştır biri de video podcasting. benzer bir işi burak şu sıralar yapıyor, ben de imrene imrene izliyorum. konu türkiye gündemi, baştakiler sayesinde malzeme gani, ortaya çıkan iş de gayet tatminkar. izleyin: http://www.youtube.com/user/gundemden

bu ara bu da 100. blog yazım imiş. iyidir iyi... daha yazardım ama... neyse, neden sonra yazacağımı da sonra yazarım :)

Tuesday, April 15, 2008

umudumuz çizgelerde

daha önce de değindiğim gibi çağımız bilgi çağı değil, veri çağı; her tarafımız veriyle dolup taşıyor. verilerin anlam kazanıp bilgiye dönüşebilmesi için işlenmesi, hiç değilse birbirleriyle ilişkilendirilmesi gerekli. ilişkiler bir bağlam ortaya çıkarır ve eldeki verinin daha sağlıklı yorumlanmasını, dolayısıyla kullanışlılığının artmasını sağlar.

verilerin işlenmesi ve ilişkilendirilmesi bu derece önemli. ayrıca görünen o ki verileri bir şekilde ilişkilendirmesini becerenler hayallerinin de ötesinde kazanıyorlar. google mesela. web sayfalarını yalnızca meta tag'lerine göre fihriste almak yerine hepsini yönlü bir çizgenin (directed graph) eklemleri (node) olarak görüp bu eklemlere giren ve çıkan linklerin sayısı ve eklemlerin görece ağırlıklarına göre bir hesap yapması ve sayfaları bu hesabın sonuçlarına uygun şekilde (PageRank diyoruz şimdi kendisine) sıralayıp listelemesi google'ı şu anki konumuna getirdi. facebook'u alalım; her ne kadar ortalığı çerden çöpten uygulamalarla karmakarışık hale getirmiş ve kimi reklam programları (Beacon) ve benzeri girişimleri özel hayatın gizliliği merkezli mide bulantıları yaratsa da temelinde bambaşka bir amaç yatıyor facebook'un. bu amaç üyelerinin, belki bir gün insanlığın sosyal çizgesini (1)(2) çıkarmak.

eninde sonunda bilişim -daha da daraltmak istersek internet- dünyasında en parlak fikirler ya da parlak fikir bekleyen problemler (gezgin satıcı, 4 renk teoremi, vs.) bir şekilde çizgelerle ilgili. bu nedenle çizge teorisi ve uygulamaları üzerinde emek sarfetmeli. hesaplamalı bilimler -ve dolayısıyla bilişim dünyası- için bir umut varsa, o da çizgelerde.

(1) Social Graph: Concepts and Issues, Alex Iskold
(2) Thoughts on the Social Graph, Brad Fitzpatrick

Monday, April 14, 2008

bilgi çağı?

her yerde duymaktan sıkıldığımız birşeydir, acaip de klişedir şu "bilgi çağı"nda yaşadığımız zırvası. bir kere terimleri adlandırış şeklimiz yanlış. konu ile ilgili bir üçlü vardır ingilizce'de:

data -> information -> knowledge

türkçe'de son ikisi bilgi diye kestirilip atılıyor genelde, ilki ise hepimizin bildiği ve sevdiği veri. neyse, sorunumuz information ve knowledge sözcüklerinin aynı anda bilgi olamayacakları durumu. bu iki kavramı ayrıştırma denemelerim var, kendileri aynen şöyle:

---------------------------------------------------------------------
kayda düşüle: yazar salvolarını sınırlı mühimmat ile yapmaktadır, zira tek bildiği dil ingilizce'dir. iki gıdım eski yunanca çalışmışlığı da vardır ama o da iki gıdımcıktır.
---------------------------------------------------------------------

bilgi güzel sözcük, hem de bir "bilgelik" tınısı var. bilgiyi tuttuk, veri de kendini ayrıştırıyor, demek ki ihtiyacımız information sözcüğüne karşılık bulmak. ilk aklıma gelen alternatif biliş. veriyle bilgi arası geçişi göstermek konusunda başarılı olabilir biliş. yalnız onda da cognition ile çakışma problemi var. bu noktada information sözcüğünün köküne inip inform'a bakmak gerekir. inform bildirmek, ispiyonlamak, vs. gibi anlamlar taşıyan bir sözcük, yani bir A noktasından B noktasına söz aktarımını içeriyor. buradan da zorlama marifetiyle alı, aktarı ya da başka çerçevelerde kullanılan bildiri sözcüklerini çıkarabiliriz. benim favorim biliş, çünkü bu durumda bilişim sözcüğü gerçek anlamını buluyor.

bu sorunu burada işlediğimizle bırakıp esas konumuza dönelim. "bilgi çağı"nda, yani "information age"de miyiz? iki yanıtı var bu sorunun; ya epeydir öyleyiz, ya da hiç içinde olmadık ve bir ihtimal, hiç olamayacağız. ben ikinci yanıta daha yakınım çünkü enformasyon dediğiniz şey işlenmiş veridir. bizi bilgi çağındanymışız yanılgısına yönelten internet ise geneline bakıldığında birbiriyle ilişkilendirilmemiş veriler yığını/çöplüğü/kütlesi. kollektif zekanın, yani bu küresel ağın rastlantısal durumlarda eşgüdümlenen kullanıcı/sakinlerinin bu yığından kendilerini kurtarıp bir anlamlar dizgesi oluşturmalarını beklemek durumundayız şu anki durumda, ki bu da bir kasırganın kaldırdığı parçaları bir araya getirip bir gökdelen inşa etmesini beklemeye benziyor. ilk seçeneğe itibar edersek rönesans'dan, hatta karanlık çağlardan çıktık beri bilgi çağında olduğumuz gibi bir durum ortaya çıkar. takdir edersiniz ki bu haliyle de kavram sulanıyor.

Wednesday, April 9, 2008

oecd'den rapor

bir buçuk ay önce bahsettiğim bir konuda (bkz: eğitim vizyon neyin) oecd'den rapor var. bizim sakalımız olmadığından ve bu blog'un etki çapı da pek geniş olmadığından tabii sözümüz dinlenmemiştir, muhtemelen dinlenmeyecektir de. bakalım oecd'nin bu uyarısı teflon yüzeyli milli eğitim bakanlığı'nca dikkate alınacak mı? yoksa bakanlık istek üzerine hazırlanmış bu raporu oecd'den istediğine isteyeceğine bin pişman mıdır?

ayrıca atlanmaması gereken konulardan biri de erkek egemen bir eğitim anlayışının türkiye'de yerleşmiş olduğu tesbiti. hem kızları eğitim sistemine yeterince kazandıramıyor, hem de eğitsel materyallerde kadınları neredeyse sadece ev işiyle meşgul kişilermiş gibi gösteriyor, onlara pasif roller biçiyoruz. devlete, hükümete epey masraf çıkarır bu durumun düzeltilmesi :)

Sunday, March 16, 2008

my computer is, yet again, fubar

bu sefer gerçekten tanınmaz hale geldi bilgisayarım. garantisi dahilinde tamirde; sabit diski ve klavyesi değişecek. aslında bir bakıma hayırlı da oldu bu arıza. şu sıralar evde bilgisayar başında pineklemek yerine birşeyler okuyorum en azından. frank herbert'ın dune'unun beşinci kitabını (heretics of dune) bitirmek üzereyim, sonrasında biraz teknik okumaya vereceğim. işte cobol kasarken karpuz ekrana baka baka yazılım trendlerini kaçırıyoruz ne yazık ki. teknik okumaların arasında tabii biraz sci-fi eşlik edecek bana; robinson crusoe'dan bir ara chapterhouse: dune'u alıp orijinal seriyi bitireceğim, bir de asimov'un foundation'ına başlayayım diyorum.

okul başladı ama bu dönemin hocalarını biraz laçka buldum. sırasıyla herbiri birer kez derse girmediler ve make-up dersleri ile açığı kapatacaklar. dönemin dersleri de veritabanı yönetim sistemleri, it stratejileri ve it sistemleri geliştirme üzerine. haftaiçi rahat olsun diye bir dersi bıraktım, bitirme projesini de almadım. bu şekilde okul 2-3 dönem uzamış olacak ama problem edeceğim bir durum değil bu. proje konusu düşünmek ve hocaları tanımak için kullanmalı bu zamanı.

burada bırakalım. daha yazacak ve yapacak çok şey var.

Friday, February 29, 2008

fotografik hafıza

otistik stephen wiltshire'ın gözünden roma.

"oha!" dediğinizi duyar gibiyim.

Sunday, February 10, 2008

eğitim vizyon neyin

eğitim demişken yapılması gereken o kadar çok şey var ki... ufaktan bir beyin fırtınası yapalım.

okulda din derslerinde "islam'da ruhban sınıfı yoktur" diye anlatırlardı. diyanet işleri'nde kadrosu olan, belli bir iş tanımı mevcut ama sınıf addedilmeyen kişilerin varlığı bilgisi kulaklarımız üzerinden serebral korteksimize ulaştığı gibi verdiğimiz ilk tepki "hadi oradan!" oluyordu haliyle. neyse... bu sınıfa adam yetiştiren okullara neden kızlarımız da alınıyor? kadın isen o sınıfa giremiyorsun ki? sonra, acaba her ilçeye adı hepimizin malumu olan türk işi ruhban okullarının açılmasını, teknik üniversitelere bile (karadeniz teknik'te var) ilahiyat fabkültesi kurulmasını gerektirecek kadar bir ruhban açığı gerçekten var mı? eğer derdimiz ruhban açığıysa ve devletimiz laikliğin tanımından hareketle her dine eşit uzaklıkta ise neden heybeliada'dan başlamıyoruz ki? nacizane fikrimce belli merkezi illerde, sadece birer adet olmak üzere ve sadece ilahiyat fakültelerine öğrenci yetiştirmek üzere gayet kısıtlı sayıda tutulmalı müslüman ruhban okulları, fazla olanları ise derhal kapatılmalı. müfredat ise "allahiyat" olmaktan kurtarılmalı, karşılaştırmalı ilahiyat eğitimi yapılmalı.

katsayı adaletsizliği diye tutturulmuş gidiyor. fıkıh, kelam, tefsir harici pek de sağlam fenni ve insani bilimler temeli alamayan (eskiden mevzubahis okullardaki durumun çok daha iyi olduğunu teslim ederim yalnız, sayı arttıkça nitelik düşmüştür) birinin mühendis, mimar, antropolog, vs. olmak isterken talebini dayandırdığı o temelsiz özgüven nereden gelmektedir? kaldı ki bu okullardan mezun olduğunda hangi katsayılarla değerlendirileceğin önceden belli, yani ortada bir kandırmaca yok. sorun tamamen rehberlik eksikliğinde, kargaların kılavuz seçilmesinde. kendimden örnek vermem gerekirse, lisede alan seçerken eğer yeterince araştırmamış olsaydım dil bölümünü seçip katsayı kırımına uğramadan bilgisayar mühendisliği yazabileceğimi sanıyor olacaktım. senelerce bilgisayar okumak için kasıp sonra ingiliz dili ve edebiyatı seçmek zorunda kalmak hoş olmayacaktı, tabii eğer yanlış karar verseydim. müslüman ruhban okulları özeline gelirsek, hele türkiye'de halihazırda din kültürü ve ahlak bilgisi dersi zorunluyken kişi sadece dinini daha iyi öğrensin diye bu okullara gitmez, daha doğrusu gitmemeli. oyunu kuralları belliyken mütedeyyin bir mühendis olmak için müslüman ruhban okuluna gidersen kalakalırsın tabii.

sonraki odak noktam bir vizyon sorunu. bu ülkenin ortadoğu teknik üniversitesi adlı bir okulu var. isim alabildiğine iddialı ama bu iddianın altı doldurulabiliyor mu? orası şüpheli. ortadoğu sadece ankara mı? türkiye mi? evet, yakın zamanda odtü kıbrıs açıldı ve bu kesinlikle yerinde bir hamle ama "yavru vatan"dır kıbrıs, o nedenle saylanmaz. neden bir kahire kampüsü olmasın odtü'nin? dubai'ye, bağdat'a, erbil'e, tebriz'e, türki cumhuriyetlere mutlaka yayılmalı odtü, kalitesini taşımalı. gitmeli ve gittiği yerlerde türk dostları, yöresel elitler, bağlantılar yetiştirmeli. bir ülke bir bölgeye ağırlığını bu şekilde koyar ve devam ettirir. kimse bunun kimsenin aklına gelmediğini söylemesin. mutlaka birileri düşünmüştür ama üniversitelere bütçeden ayrılan pay hepimizi daha mütevazı hedefler koymaya itiyor, her ile bir tabela üniversitesi kurmak gibi mesela. gazeteler kuponla verseler almayacağın diplomalar dağıtacak üniversiteler. böylesi bir kurum bu türden bir yayılma göstermeyince başkaları gidiveriyor hem, ufuk okulları galaksi kolejleri diye ışıl ışıl nurcular sarıyor dünyayı türk diye. adımız kötüye çıkıyor.

bir de british council, goethe ve cervantes enstitüleri muadili bir kültür emperyalisti görünümlü alt seviye espiyonaj kurumuna ihtiyacımız var acilen. "yunus emre enstitüsü" güzel isim bence. yalnız buna da kültür bakanlığı bütçesi elvermez. diyanet'ten aktarırız kaynağı buraya da, "sordum sarı çiçeğe"nin hatrına sorun çıkarmayacaklardır :)

yapın bunları, göreyim türkiye'yi 15-20 sene sonra!

not: "imam hatip okulu" ya da "anadolu imam hatip lisesi" demek yerine aynı kurumun daha uygun bulduğum kategorik adını kullanmayı seçtim. "ruhban" kelimesini kullanmamaya kasıp "imam hatip" şeklinde kıvırmışız milletçe, tashihin de tam zamanıdır.

Saturday, February 9, 2008

şapkadan tavşan, meclisten türban

türban değişikliği meclis'ten geçti. her ne kadar kendisini estetik açılardan çok şık bulmasam da ve hakkında tartışıldığında türban destekçilerinin özgürlük ve yenilikçilik argümanlarına (1400 yıllık -ve kılıç zoruyla edinilmiş- "geleneği" korumak yenilikçilikmiş) epeyce gülsem de, yersiz bir sınırlamanın kaldırılması kesinlikle yerinde bir karar. bence olması gereken şey devletin sivil hayatı düzenleme işinden tamamen elini çekip kendini temel hak ve özgürlüklerin bekçiliğine vermesi.

bu yolda daha ilerici, daha sağlam adımlar bekliyorum ben hükümetten yalnız, burada durulmamalı. mesela kumarhaneler serbest bırakılmalı. devletin hiçbir vatandaşına birikimlerini nasıl kullanacağını dikte etmeye hakkı yok; kişi batarsa batar, çıkarsa çıkar. aile kurumunun korunması mı dediniz? o iş aileyi kuranların görevidir. herifler tüm parasını tek kollunun başında eritmesin diye bölge turizminde ülkeye muazzam bir avantaj getirecek tesislerin kapatılması, devletin vatandaşlarının tercihlerine, karar verme yetisine, dolayısıyla aklına bir hakareti olarak algılanmalıdır. kaldı ki milli piyango var, iddaa var, at yarışları var, lime anlatabilirsin ki bu çelişkiyi? peki yasal boşluklar? oradan buradan çok güzel yasalar apartmış bir milletiz, alırız ilgili kumar yasasını nevada'dan, hallolur bu iş.

sonra hardcore'muş softcore'muş farketmez, belirli bir saatten sonra televizyonlarda erotik yayınlar serbest olmalı. çocuk sağlığı? çocuklarını o saate kadar yatırmadıysan zaten umurunda değil demektir. türk ahlak ve toplum yapısı? "baldız baldan tatlıdır" diyen, "yorgansız yatar oğlansız yatmayız" diyen, her türlü sapkınlığını gazetelerin üçüncü sayfasından takip ettiğimiz halk türk halkı değil mi? berdel olayının hareket serbestisi olmayan ama ileri derecede yerleşik bir swinger'lık müessesesi olmadığını kim söyleyebilir? ahlakmış, toplum yapısıymış, saçmalamayınız bir zahmet, iğreniyorum hepinizden :P hem kanal değiştirmek için kullandığınız cihazın adının "kumanda" olmasının bir anlamı var. komuta izleyendedir, izleyen de alternatifsiz değildir. beğenmeyenler, tasvip etmeyenler için "my name is earl" apartması "hakkını helal et" seçeneği de mevcuttur. özetle kişisel ve kurumsal hakları rencide eden durumlar haricinde -akp'nin şampiyonluğunu(?!?) yaptığı özgürlükler çerçevesinde- rtük kesinlikle müdahil ol(a)mamalıdır.

daha başka gelişmeler de kaydedilmeli. ne bileyim, elalemin sümüklüsünün canı çekiyor diye sucuk reklamlarının prime time dışına taşındığı bir ülkede yaşamak sizi rahatsız etmiyor mu? benim de canım reklamlarda gördüğüm otomobillerden edinmek istiyor, ama nanay. her gördüğümde boğazıma birşeyler düğümleniyor, kilitlenip kalıyorum. işbu halde şikayetçi mi olmalıyım ben? bu zamana kadar neden kimse mızıldanmadı bu konuda? yoksa "sucuk alamayanın arabayla işi ne?" deyip geçiyor muyuz basitçe? gelir adaletsizliğini reklam kaydırarak "çözmek" de bize özgü bir durum olmalı, önüne gelenin tedbir kararı aldırıp internet sitelerine erişimi engelleyebilmesi gibi. adnan hoca blog'larını nahane ederek tüm wordpress blog'larını sınırdışı ettik. erişemiyoruz. aylardır. youtube bir eyüp'yen, bir fatih'ten, bir sivas'tan, bir izmir'den açılıp kapanmaktan yalama oldu. bunlara da bir el atsana akp, hazır özgürlük demişken? 301'e de el at. görev başındaki polise hakaret sokaktaki adama hakaret etmekten daha ağır cezalandırılmasın sonra. her yasanın merkezinde birey olsun devlet yerine, olmaz mı? akp için samimiyet sınavı an itibariyle başlamıştır, geçmesi hepimizin yararınadır.

şimdi herkes şu anki hükümeti yıllardır sürüncemede olan ve türkiye'nin önünü tıkayan büyük bir sorunu çözmüş, başarılı bir hükümet olarak hatırlayacak. artık daha önemsiz şeylerle ilgilenebilirler; işsizlik, hırsızlık, yolsuzluk, ekonomi, asayiş, belki de eğitim.

Tuesday, January 15, 2008

nedir?

iş güç derken 3 arabik videoyla geçiştirmişiz blogu. bu sırada mebzul miktarda olay oldu oysa. bankada ilk kısmında dış kaynak kullandığımız (adını verelim, accenture manila) bir projemiz vardı arada egiBlog'da bahsettiğim, daha doğrusu devamlı mızıldandığım. her ne kadar dokümantasyon kısmında bana epey birşey kattı ise de hem süre aşımı hem de dış kaynağın ürettiği kodun kalitesi canımı yeterince sıkmıştı. işte o projenin ürün testi aşaması aralık başında tamamlandı, ben de ygm (yazılım geliştirme müdürlüğü - hell yeah!) içi mahrumiyet bölgesi olan asma kattan eski yerime çıktım, tabi o da ocak'ın 4'ünde 10. kata grupça taşınana dek. kullanıcı kabul testine de haftaya başlanıyor olması lazım; projeyle aramı uzattığım için ancak tahmin edebiliyorum.

şu sıralar da beni sinirden köpür köpür köpürten bir işle uğraşıyorum. bildirim yapmakla yükümlü olduğumuz bir kamu kuruluşunun talep ettiği kimi bilgileri yine onların istediği formatta hazırlayacak bir program. yalnız "format" olarak verdikleri şey evlere şenlik. adres konusunda mesela herşey kodlanmış; il kodu, ilçe kodu, ülke kodu falan, herşey var. süper yani. suudi arabistan'ın, ingiltere'nin, londra'nın da ilçe kodu olduğunu söylersem durum daha iyi anlaşılacaktır ki, söyledim, rahatladım. zaten çok kolay sinirleniyorum şu sıra, iyi değil.


geçen ayın başında, soruşturduğumda hiç de sık yapılmadığını öğrendiğim bir etkinliğe katıldım; departmanın yarısı iki otobüse doluşup abant'a eğitime gittik. eğitim deyince, eğitim haftasonu olunca ve katılım da zorunlu olunca iki gün boyunca sıkıntıdan sıkıntı beğeneceğimi düşünüyordum. açıkçası ilk kez herhangi bir konuda yanıldığımdan dolayı memnunum. eğitim de takım çalışması yetkinliklerini geliştirme ve departman için grupları kaynaştırma amaçlıydı zaten. kaynaşmakta üstümüze yoktur tabii :P programda ne vardı? önce her gruba kocamanından bir storyboard kağıdı verildi ve departmanı hangi yemeğe, şarkıya, filme, otomobile, ünlüye, vs. benzettiğimizi, daha sonra sunmak üzere çizmemiz istendi. şunları bulduk:

  • şarkı: "bir teselli ver"; iş yoğunluğunun yarattığı her acının tiryakisi olmuş biz mecnunların samimi dileği.

  • yemek: patlıcan oturtma; yapımı emek istediğinden ve kendi halinde acı olabilen bir şeyin fena halde lezzetli bir şeye dönüşmesi hikayesini özetlediği için.

  • film: "rambo iii"; hassas bir operasyon birimiyz ve bankanın diğer birimlerinin üzerinde iş geliştirdiği platformları hazırlıyoruz. yapılan hataların da etkisi büyük oluyor haliyle. kim attığı okla helikopter düşürebilir ki rambo'dan başka?

  • otomobil: doğan görünümlü şahin; yorum yapmaya bile gerek yok, legacy sistemler...

  • ünlü: hülya avşar; magazin basını için onunla da olmuyor, onsuz da olmuyor.

  • bitki: çam ağacı; her dem yeşil, reçinesi fıstığı falan var, öyle böyle değil.

  • hayvan: bukalemun: her duruma uyum sağlar, bir gözü içerideyken diğeri dışarıdadır :)

  • eşya: isviçre çakısı; bariz.


işin sunumu bendenize düştü ve -alçakgönüllü davranamayacağım- ortalığı kırıp geçirdim desem yeridir. sunum sahnesinden inerken acayip alkış koptu, diğer sunumların girişlerinde epey bir teşekkür aldım. hala arada kulede karşılaştığım insanlar bana yazılım geliştirme ekibinde harcandığımı söylüyorlar ;P insanların yüzünü güldürmek güzel şey de, şimdilik sevdiğim işi yapıyor olmak daha güzel. değerlendirebileceğim stand-up teklifleri gelene kadar yani, şimdilik (zuhaha).

sonrasında gazete kağıdından belli kurallara uyan (ayaklar arası açıklık falan) bir köprü yaptık ama dereceye giremedik. köprünün adının "veli göçer memorial bridge" olmasının bir etkisi oldu sanırsam. akabinde bir takım egzersizi vardı. ayak basmanın yasak olduğu 3 x 3 metrelik bir alanın en uzak kısmına bırakılan ipuçlarını toplayıp ortaya çıkan mantık bulmacasını çözmek gerekiyordu. ipuçlarını gayet güzel topladık. üç kişi dizleri alanındışında kalacak şekilde elleri üzerinde diz çöktü, onların sırtlarına ayakları gelecek şekilde iki kişi, aynı yöntemle de en uca bir kişiyi ipuçlarına doğru koordineli bir biçimde kaydırdık ve diğer gruplardan önce ipuçlarını elde ettik. buradan sonrası ise tam bir karmaşaydı. ipuçları elden ele gereksiz dolaştı, ekipteki "büyük abiler" kontrolü ellerine almaya çalışırken hem ortak bir noktaya varamadılar hem de kimi zaman fikrini belirten diğer ekip elemanlarına kırıcı davrandılar. bayan elemanlar ortaya üşüşen beyler yüzünden iç halkaya, dolayısıyla çözüme ortak olamadılar. ipuçlrını değerlendirirken kağıt üstünde -abartısız- beş ayrı notasyon gezindi ve muazzam bir zaman kaybı oluştu. hepsi biraraya gelince oyunun ilk yarısındaki avantajımızı kaybettik ve çözümü ik bulduğunu açıkl"ayan ekip olamadık. yine de doğru çözüme ulaştık, ki çözümün içinden çıktığı şartlar gözönünde bulundurulduğunda hiç de fena değilmişiz diyebilirim. eğitim iyiydi, otel ve yemekler vasattı. göl çevresinde dolaşacak zaman bulamamış olmak kötüydü. en güzeli ise departman içinde hem kaynaşma hem de halen devam eden bir pozitif hava yakalanması. düşünsenize, grup müdürlerimizden biri her karşılaştığımızda "başkanım nasılsın?" diyor :P


derneğin ilk olağan genel kurulunu yaptık. yönetim kurulunu 1. ('00) ve 2. ('01) mezunlar oluşturdu. başkanımız can. pr/er işleri özge'den, finans samet'ten, it de ertan'dan sorulacak. şahin'in hangi işin boş kalfası olduğunu unuttum. denetmenlerimiz de caner, selçuk ve volkan turan. çok işimiz var. bana daha çok it kısmında iş düşecek tabii. okulu da şöyle bir kolaçan ettim, her zamankinden daha bi' umutlu ayrıldım.